Hıristiyan ve İslam Toplumlarında
“Gelişim üzerine mezheplerin etkisi” perspektifinde
“İslam’ın Altın Çağı”nın ardındaki “sır”ın incelenmesi
Serhat Aydoğan, PhD.
Giriş
İnsanoğlu hayatını kolaylaştıracak veya daha keyifli hale getirecek yolları bulma konusunda doğal bir isteğe ve beceriye sahiptir ve bu sayede çok ilkel şartlardan günümüzün şartlarına gelmek mümkün olmuştur.
Ancak insanoğlu bu niteliklerini her zaman tam performansı ile kullanamamıştır. Çünkü bu niteliklerin kontrolsüz kullanımı, bazen bir aile içerisinde (aile reisi tarafından), bazen bir iş ortamında (amirler tarafından), çoğu zaman da toplum içerisinde (siyasi ve/veya dini otoriteler tarafından) tehlikeli görülmüştür.
Dolayısıyla bu niteliklerin baskı altında tutulduğu şartlarda toplumların “ilerlemesi/değişimi” durmuş, serbest kaldığı şartlarda ise büyük ilerlemelerle beraber (bazen toplumun en azından bir kısmının hoşlanmadığı) bazı (sosyal vb. alanlarda) radikal değişimler de yaşanmıştır.
Tarih böyle süreçlerle doludur. Ve maalesef bunların çoğu (özellikle bazı toplumlar için) olumsuz (yani “ilerlemenin” durduğu) süreçler iken az sayıda “olumlu süreç” ise gerçekleştiği dönemden günümüze değin etkilerini sürdürmüş, bazıları da sadece gerçekleştiği dönemde kalmış ve tarih kitaplarının konusu olmuştur.
Yakın dönemden bir “gelişim” süreci örneği
Yakın dönemde yaşanmış/yaşanmakta olan “olumlu” süreçlerden bir tanesi olarak, dünyadaki hızlı “bilimsel ve teknolojik gelişimi”, bunda rol alan ülkeleri ve ardındaki sırları incelemek istersek, ülkelerin gelişimi ile ilgili en sık başvurulan iki referanstan yararlanabiliriz. Bunlardan bir tanesi ülkelerin gelişim durumu ile ilgili olarak Birleşmiş Milletlerin yürüttüğü “İnsani Gelişim İndeksi” çalışması, diğeri ise Nobel Ödüllerinin ülkelere göre dağılım durumu olabilir.
“İnsani Gelişim İndeksi” çalışması, ülkelerin yakın dönemde nasıl bir gelişim içerisinde olduğunu farklı boyutlarıyla ele almaktadır. Çalışmada temel boyutlar olarak; “Ortalama ömür , eğitim ve kişi başı gelir” gibi parametreler dikkate alınmakta ve bunlara bağlı bir “İnsani Gelişim İndeksi (Human Development Index)” değeri ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışmanın en yeni (2016) sonuçlarına göre büyük Batı ülkelerinin gelişim sıralaması aşağıdaki gibidir:
- Norveç
- Almanya
- Danimarka
- Hollanda
- Kanada
- ABD
- İsveç
- İngiltere
- Fransa
- Belçika
- Finlandiya
Şimdi bu sıralamanın ardındaki sırları incelemek istersek bazı doğru sorular sormamız lazım. Örneğin, bu ülkelerin insani gelişim açısından dünyanın en ileri ülkeleri haline gelmesinde acaba “yakın dönemde (herhangi bir siyasi ve/veya dini otoritenin baskısı altında olmadan) yaşanmış bir kalkınma hamlesi etkili olmuş mudur?”
Sorunun cevabı evettir. Yakın dönemin en büyük Sanayi Devrimi 18. yüzyılda ilk olarak (yukarıdaki listede yer alan ülkelerden biri olan) İngiltere’de başlamış ve ardından (yine yukarıdaki listede yer alan ülkelerinin içinde bulunduğu) Kuzey Avrupa ile Kuzey Amerika’ya yayılmıştır.
Peki, bu devrimin özellikle Kuzey Avrupa ile Kuzey Amerika’da hızla yayılmasının özel bir sebebi var mıdır?
Kuzey Avrupa ile Kuzey Amerika ülkelerinin demografik ve kültürel yapılarına bakıldığında da bu sorunun cevabı ortak bir özelliğe işaret etmektedir.
Bu ülkelerin en önemli ortak özelliklerinden bir tanesi Hıristiyanlık dininin Protestan kolunu (ve Evangelist Lutheran, Kalvinist gibi alt kollarını) seçen insanların en fazla oldukları ülkeler olmalarıdır.
Danimarka Evangelist Lutheran % 95
Norveç Evangelist Lutheran % 86
Finlandiya Evangelist Lutheran % 84
İsveç Lutheran % 87
İngiltere Protestan % 54, Roma Katolik % 17
ABD Protestan % 52
Almanya Protestan % 34, Roma Katolik % 34
Belçika Roma Katolik % 75, Protestan veya diğer % 25
Kanada Roma Katolik % 43, Protestan % 23
Hollanda Roman Katolik % 31, Felemenkçe Reform % 13, Kalvinist % 7
Peki, bu mezhepsel yapının yani ağırlıklı olarak Protestanlık mezhebine yönelmenin gelişim üzerinde gerçekten bir etkisi olmuş mudur?
Bu sorunun cevabı da evet olarak gözükmektedir.
Bu ülkelerde ortaçağ sürecinde tek başına hüküm süren Katolik mezhebi, “gelişime karşı mesafeli durmak” gibi birçok olumsuzluğun kaynağı olurken daha sonra buna tepki olarak ortaya çıkan Protestan mezhebi olumlu bazı gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur.
Burada ilginç olan nokta “mezhep-gelişim” ilişkileri üzerinde çok fazla çalışmaya rastlanmamasıdır. Adeta bu konunun gündeme getirilmesinden bir kaçınma olduğu dikkati çekmektedir. Mezhep kaynaklı çatışmaların tarih boyunca yarattığı hasar bu kaçınmanın nedeni olabilir.
Bu konuda çalışması olan nadir kişilerden biri Max Weber, temel olarak kapitalizmin gelişimini Protestan ahlakının yaygınlaşmasına bağlamaktadır. "Ne oldu da geleneksel toplumdan modern topluma geçildi?" sorusuna cevap arayan Weber, bu geçişte temel farklılığı düşünce yapısındaki "Rasyonalite" kavramı ile açıklamakta, “geleneksel toplumdaki insan, daha çok din ve metafiziğe göre düşünce ve mantık yürütmekte iken, modern insan daha çok mantığı ve aklı kullanmaktadır” demektedir. Weber “İngiltere, Hollanda gibi ülkelerin modern dünyaya geçişin başladığı ilk ülkeler olduğunu, bu geçişin Protestan ahlakındaki rasyonel düşünce yapısından kaynaklandığını” belirtmektedir.
Bir yakın dönem araştırmacıının (Dr. Sascha Becker) “Protestan ve Katolik ülkelerin ekonomik başarı açısından karşılaştırılmasını konu alan” ve yakın yıllarda kaleme alınmış bir makalesi de adeta “bugüne kadar ilk kez fark edilmiş bir konu” gibi ilgi görmüştür (https://www.theguardian.com/education/2011/oct/31/economics-religion-research ).
Hıristiyanlıkta Protestan mezhebi ve “Gelişim” üzerine etkisinin detayları
Birçok dinde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da, ilk ortaya çıkışından bu yana birçok ayrışma ve mezhep olgusu ile karşılaşılmıştır. Aşağıdaki şema bu durumu özet olarak göstermektedir.
Tüm bu mezhepler içerisinde “Gelişim” üzerinde etkili en radikal ortaya çıkış, 16. yüzyılda Roma Katolik kilisesine bağlı birçok Avrupa ülkesinden biri olan Almanya’da (bir teolog olan Martin Luther liderliğinde), “Katolik kilisesinin; günahları bağışlama, bunun için para alma, ayin dilinin Latince olma zorunluluğu vb. dayatmacı uygulamalarına itirazlarla” başlamıştır.
Bu hareketin kısa sürede kitlelerin büyük desteğini almasıyla Protestanlık hızla yayılan bir mezhep haline gelmiş ve Kuzey Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya’da hızla yayılmıştır. Bu esnada Lutheryanizm, Kalvinizm ve Anglikanizm olarak 3 ana kola ayrılmıştır (aslında Anglikanizm Protestan mezhebi olarak sayılmamakta ve bağımsız bir Batı Kilisesi olarak tanımlanmaktadır). Bunlardan başka Pentakostalizm, Baptistler, Metodizm ve Adventizm gibi alt kollar da bulunmaktadır.
Bu mezhebin dini esaslarını ve hassasiyetlerini değişik internet sitelerinden derlenmiş bilgilere göre kısaca özetlemek gerekirse;
- Protestanlar inançlarında sadece İncil’i kaynak alırlar ve İncil’i yorumlamayı sadece kilisenin değil herkesin hakkı olarak görürler. Azizleri kabul etmezler. Haç çıkarma geleneğine inanmadıkları gibi, kilisedeki resim ve heykelleri de gereksiz bulurlar. İbadet ve ayinde kullanılan dil serbesttir. Bu mezhebe göre günah çıkarma işlemi mantıksız bir uygulamadır.
- Protestanlık dini bir ayrışma hareket olarak ortaya çıkmasına rağmen hayatın diğer tüm yönleri (evlilik ve aile, eğitim, bilim, politik ve sosyal düzen, ekonomi ve sanat vb.) üzerinde güçlü bir etkiye sahip olmuştur.
- Protestan Reformcular herkesin Kutsal Kitabı okuyabilmesini önemsediklerinden, etkin oldukları Avrupa’da, Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde her seviyedeki eğitim desteği artmış, bu vesileyle hem erkekler hem de kızlar için zorunlu eğitim başlatılmıştır. Örneğin Harvard Koleji, Yale Üniversitesi gibi kurumlar bu kampanyanın ürünüdürler.
- Protestanlık, akıl gücü de dâhil olmak üzere Tanrı tarafından insana verilen tüm niteliklerin kullanması gerektiğini savunur. Böylece, bilimsel ve insani gelişimi destekleyen, tutumluluk, disiplin ve güçlü bir sorumluluk duygusu içeren bir hayat felsefesini benimser.
- Bu nedenle, Protestan toplumlarda küçük sanatkârlar, sanayiciler ve işadamları, karlarının büyük kısmını, en verimli makinelere ve en modern üretim yöntemlerine harcamışlardır. Bu davranış şekli Protestan ülkelerde üretkenliği artırmış, mucitler ve yatırımcılar için bir teşvik olmuş, ekonomi, bilim ve teknoloji birbirini güçlendirmiştir. Böylece, kapitalizmin ve sanayi devriminin sıkıntıları göğüslenilebilmiştir. Bütün bu anlayış “Protestan iş etiği (Protestant work ethic)” kavramı ile sembolleşmiştir.
- Protestanlar Amerika'da diğer birçok dini gruptan daha iyi eğitimli ve kişi başına daha yüksek bir lisans ve yüksek lisans derecesine sahip olma eğilimindedir. Vanderbilts ve Astors, Rockefeller, Du Pont, Roosevelt, Forbes, Whitneys, Morgans ve Harrimans gibi ünlü aileler iş hayatının, hukukun ve siyasetin (özellikle Cumhuriyetçi Partinin) en üst kademelerinde temsil edilmektedirler.
- Protestanlık ile bilimsel ilerlemeler arasında bir bağlantı olabileceğini düşünen araştırmacı Robert K. Merton, Protestan değerleri ve modern bilimin yaklaşım ve yöntemleri arasında anlamlı bir uyumun olduğu sonucu açıklamıştır. Yine bir başka araştırmacı Harriet Zuckerman'ın incelemesine göre, Nobel ödülü kazananların çok büyük bir kısmı Protestan bilim adamlarıydı.
- Protestanlık devlet yönetimi ile ilgili olarak da “radikal ama hala günümüzün yükselen değerleri olarak kabul görmekte” olan çözümler üretti. Laikliğin ve demokrasinin yolunu açtı. Sıradan insanların haklarının daha fazla korunabilmesi için güçlerin ayrılığı prensibini getirdi.
- Protestanlar, hem İngiliz, hem de Amerikan demokrasilerini yarattılar. Bu daha sonra, Avustralya, Yeni Zelanda ve Hindistan gibi İngilizler sömürgeleri ile İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda'nın yanı sıra Katolik olan Belçika ve İspanya’ya bile yayıldı.
- Protestanlık sosyal hayatta da pozitif bir yönlendirici olmuştur. Her zaman insanlara yardım etme zorunluluğu duygusunun yeni nesillere yerleştirilmesi, engelli veya yaşlılar için evler, gelişmekte olan ülkelere yardım sağlayan kuruluşlar ve diğer sosyal yardım kuruluşları kurulması bunun örneklerindendir. 19. yüzyıl Almanya’sında, Başbakan Otto von Bismarck tarafından başlatılan sağlık sigortası, kaza sigortası, maluliyet sigortası, yaşlılık emekli maaşı gibi sosyal refah programları daha sonra özellikle Batı dünyasında pek çok başka ülke tarafından kopyalanmıştır.
Buraya kadar anlatılanlardan çıkartılabilecek bir ara sonuç şu olabilir.
Günümüzün Batı dünyasına bakıldığında, sanki doğal şartlara bağlı olarak ortaya çıkmış bir “gelişmişlik” söz konusuymuş gibi görünebilir. Aslında bu gelişmişliğin altında yüzyıllarca önce “aynı dinin farklı bir mezhebine hızlı bir geçiş” ile “aklı” ön olanda tutan bu mezhebin yeni prensiplerinin (Hıristiyanlığa ve/veya dindarlığa karşı çıkmadan) uygulamaya geçirilmesinin yattığı anlaşılmaktadır.
Tabii ki bu geçiş çok kolay olmamıştır. Yıllarca süren çok kanlı çatışmalar ve zulümler yaşanmıştır.
Ama sonunda “akıl” üstün gelmiş ve kendini “aklını ikinci plana itenlere” de kabul ettirmiştir. Artık günümüzde Batıda hiç kimse geçmişte yaşanan yaraları tekrar kaşımaya kalkışmamakta, herkes bir taraftan gelişmişliğin nimetlerinden istifade ederken, diğer yanda kendi inancını da özgürce yaşayarak hayatını sürdürmektedir.
3. İslam toplumlarında “Gelişim”
İslam yaklaşık 1500 yıllık geçmişi ve dünyanın her yerine yayılmış 1,8 milyar mensubu (yaklaşık dünya nüfusunun dörtte biri) ile dünyanın ikinci büyük dinidir.
Ve İslam yine temel nitelikleri ve kuralları ile “Gelişim”e karşı olmak gibi bir düsturu olmayan bir dindir. Nitekim dünya üzerindeki Müslümanların hepsi imkânları ölçüsünde bilim ve teknolojinin getirdiği rahatlıklardan keyifle istifade etmektedirler.
Ama bu büyük nüfusa ve aslında bilime, teknolojiye karşı değilmiş gibi görünmelerine rağmen “bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya” gelindiğinde (diğer toplumlarla büyük bir yarış halinde olmaları beklenirken) bir anda ortadan kaybolmaları anlaşılır bir şey değildir.
Bu durumu daha net göstermek için yine yukarda kullanmış olduğumuz iki referansa (“İnsani Gelişim İndeksi”ne ve Nobel Ödüllerinin dinlere göre dağılımına) başvurabiliriz.
İlk 90 ülkenin “İnsani Gelişim İndeksi” sıralamasında, üst sıralarda (hatta listenin tamamında) ağırlıklı olarak Hristiyan toplumlarının yer aldığını ve dünyada ikinci büyük din olan İslam dinini kabul etmiş toplumların yaşadığı ülkelerin (koyu renkli olanların), ilk 37’de neredeyse hiç olmadığı görülmektedir.
İlk 58’e ise “büyük İslam ülkesi” olarak Sadece Suudi Arabistan’ın girdiği ve 90 ülke içerisinde (Malezya, İran ve Türkiye gibi birkaç ülkeyle birlikte) toplamda büyük İslam ülkesi sayısının 5’i geçmediği görülmektedir.
1 Norway 2 Australia 2 Switzerland 4 Germany 5 Denmark 5 Singapore 7 Netherlands 8 Ireland 9 Iceland 10 Canada 10 United States 12 Hong Kong 13 New Zealand 14 Sweden 15 Liechtenstein 16 United Kingdom 17 Japan 18 Korea (Republic of) 19 Israel 20 Luxembourg 21 France 22 Belgium 23 Finland 24 Austria 25 Slovenia 26 Italy 27 Spain 28 Czech Republic 29 Greece 30 Brunei Darussalam 30 Estonia 32 Andorra |
33 Cyprus 33 Malta 33 Qatar 36 Poland 37 Lithuania 38 Chile 38 Saudi Arabia 40 Slovakia 41 Portugal 42 UAE 43 Hungary 44 Latvia 45 Argentina 45 Croatia 47 Bahrain 48 Montenegro 49 Russian Federation 50 Romania 51 Kuwait 52 Belarus 52 Oman 54 Barbados 54 Uruguay 56 Bulgaria 56 Kazakhstan 58 Bahamas 59 Malaysia 60 Palau 60 Panama 62 Antigua Barbuda 63 Seychelles 64 Mauritius 65 Trinidad and Tobago |
66 Costa Rica 66 Serbia 68 Cuba 69 Iran 70 Georgia 71 Turkey 71 Venezuela 73 Sri Lanka 74 Saint Kitts and Nevis 75 Albania 76 Lebanon 77 Mexico 78 Azerbaijan 79 Brazil 79 Grenada 81 Bosnia Herzegovina 82 Macedonia 83 Algeria 84 Armenia 84 Ukraine 86 Jordan 87 Peru 87 Thailand 89 Ecuador 90 China |
Benzer şekilde Nobel Ödüllerinin dağılımı ile ilgili daha önce verilmiş tabloya tekrar bakacak olursak, Müslüman bilim adamlarının oranı binde 1 civarındadır.
1,8 milyar mensubu ile dünyanın ikinci büyük dini olan İslam’ın bu büyük nüfusa karşılık yukarıdaki tablolarda “çok küçük bir azınlık” durumuna düşmesi gerçekten izahı zor bir durumdur.
Bu durum İslam dini hakkında herhangi bir bilgisi olmayan bir kişiye gösterilecek olsa herhalde ilk düşüncesi “İslam dininin gelişime ve bilime karşı olduğu” şeklinde olacaktır. Hatta bir İslam toplumu kendi içinde “kazara” ortaya çıkacak bir “bilimsel gelişime/ödüle bile karşı mı” çıkacaktır acaba diye düşünebilir.
Nitekim İslam bilim adamları tarafından bugüne kadar fen alanında kazanılmış olan birkaç Nobel ödülünden birinde şöyle ilginç bir hikâye yaşanmıştır.
1926 Pencap (Pakistan) doğumlu Prof.Dr. Muhammed Abdüs Salam başarılarla ve ödüllerle dolu eğitim hayatına Pakistan’da başlamış ve İngiltere’de sürdürmüştü.
Salam 1957 yılında Cambridge’de matematik profesörü olarak görev yaparken Imperial College’a davet edildi ve burada çalışma arkadaşları Glashow ve Weinberg ile birlikte nükleer fizik alanında (daha sonra Nobel ödülü almalarını sağlayacak) çalışmalar yaptı.
Salam 1960’da Pakistan Hükümeti’nin isteği üzerine Pakistan’a döndü ve başlattığı atom enerjisi çalışmaları kapsamında 500’den fazla bilim adamının yurtdışına gönderilmesini sağladı. Salam yine o yıllarda Pakistan’ın uzay programının da kurucusuydu ve onun çabalarıyla NASA Pakistan’ın Belucistan Eyaletinde Uçuş Test Merkezi’ni inşa etti.
1964’de Salam Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın temsilciler kurumu başkanı oldu ve 10 yıl boyunca Pakistan’ı temsil etti. Aynı yıl, İtalya Trieste’de Uluslararası Teorik Fizik Merkezi (ICTP)'yi kurdu.
Ve nihayet 1979 yılında Salam (Cambridge’den çalışma arkadaşları Glashow ve Weinberg’le birlikte) Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Bu ödül uzun yılların ardından bir Müslüman bilim adamının aldığı ilk Nobel ödülüydü. Dolayısıyla Pakistan başta olmak üzere bütün İslam dünyasını büyük bir sevinci hak etmişti.
Fakat bazı Pakistanlılar sevinip sevinmeme konusunda tereddütteydiler. Çünkü Salam’ın mezhebi (ki bu kendisinin değil geçmişteki aile büyüklerinin seçimiydi…!) kafa karıştırıyordu.
Bu mezhep (Kadıyanilik) İslam’ın temel kutsal değerlerine (Allah’a, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e, diğer peygamberlere ve Kuran- Kerim’e) tam olarak inanıyorlardı. Tek farklılık ise bu mezhebin 1800’lü yıllardaki kurucusunun kendisini Mehdi ve Mesih olarak ilan etmiş olmasıydı. Ama göründüğü kadarıyla bu mezhebin mensupları bu konuyu ön planda tutma istediğinde değillerdi. Aslında bu hareketin tam o yıllarda bölgeyi kontrolü altında tutmaya çalışan ve toplumsal bölünmeleri kullanmayı çok iyi bilen İngiltere’nin özel bir projesi olduğu da dile getirilen iddialar arasındaydı.
Nitekim Salam da gayet samimi bir Müslümandı ve bilimsel çalışmalar yapmaya yönelmesinin esas sebebinin de İslam dini olduğunu söylemişti. Örneğin bir yazısındaki,
- "Kur'an-ı Kerim bize Allah'ın koyduğu kuralları ve doğa kanununun doğruluğunu derinlemesine düşünmemizi emreder; ancak neslimizin Yaradan'ın tasarımını bir an olsun görebildiği için ayrıcalıklı olduğunu düşündüğümde, lütuf ve ihsanı için naçizane biçimde O'na şükrediyorum."
Şeklindeki ifadesi ne kadar samimi bir Müslüman olduğunu gösteren örneklerden sadece bir tanesiydi.
Nobel Fizik Ödülü için yaptığı konuşmasına da “Yüce Allah’a teşekkür” ile başlamış ve Kur'an-ı Kerim'in Mülk Suresi'nden üçüncü ve dördüncü ayetleri okumuştu:
- “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak ve düzensizlik görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”
Salam’ın inancının gücünü gayet açık gösteren bu ifadelere rağmen geçmişinden gelen Kadıyanilik bağlantısı Pakistanlılar için “çok ” önemli bir sorundu. Hatta tam o yıllarda (1974) Pakistan Şûra Meclisi, Kadıyanilik akımını İslam dışı kabul eden bir teklifi kabul ederek meseleyi daha da tırmandırmış oldu.
Bu kararı protesto etmekten kendisini alamayan Salam, Pakistan'ı terk edip Londra'ya yerleşmesine rağmen Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu'ndaki bilim adamlarına destek vermeye devam etti. Hatta Nobel Fizik Ödülü’nü alması sonrası Pakistan Islamabad Üniversitesi’nin kendisi onuruna yapılan daveti kabul etti ve “Yüce Allah’a teşekkür” ile başlayıp Kuran-ı Kerim’den alıntılarla süslediği bir konuşma yaptı.
Salam, 1996'da öldü ve mezar taşına, Fizik dalında "İlk Müslüman Nobel Ödülü alan bilim adamı” yazıldı.
Ama Pakistan hükümeti, "Müslüman"lığı şüpheli bir bilim adamının aldığı ödülden “Müslümanlık adına gurur duymayı” kabullenemedi.
Ve kanun gücüyle mezar taşından "Müslüman" sözcüğünün kaldırtılmasına karar verildi.
Böylece bu hikâyenin başında sorduğumuz, acaba Müslümanlar “kazara ortaya çıkacak bir bilimsel gelişimi veya bir Nobel Ödülü’nü bile isteyip istememekte tartışmaya düşebilirler mi?” sorusunun “tuhaf” bir soru olmadığı görülmüş oldu.
Ve bu hikâyede asıl dikkati çeken nokta “mezhep” konusunun rolüdür. “Mezhep” meselesi toplumlarda maalesef çoğu zaman olumsuz gelişmeleri tetiklemiştir.
Peki, İslam’da hiç mi “bilim ve teknolojiye” büyük katkının sağlandığı bir dönem olmamıştır.
Neyse ki böyle biricik bir dönem vardır ve ne ilginçtir ki çoğu zaman olumsuz gelişmeleri tetikleyen “mezhep” olgusu bu “olağanüstü” dönemin itici gücü olmuştur.
“İslam’ın Altın Çağı” ve bazı önemli çalışmalar
“İslam’ın Altın Çağı” olarak bilinen süreç her ne kadar batılı kaynakların pek telaffuz etmekten hoşnut olmadıkları bir süreç olsa da, bu dönemde yapılan çalışmalar o kadar münferitlikten uzak yani bir başka ifadeyle “sistematiktir” ki kimse bu dönemin orijinalliğini inkâr edememektedir. Örneğin Amerikalı ünlü bir yazar ve siyasetbilimci olan Michael Hamilton Morgan’ın “Kayıp Tarih: Müslüman Bilim Adamlarının, Düşünürlerinin ve Sanatçılarının Kalıcı Mirası” adlı eserinde “bilim ve kültürdeki Müslüman başarılarının Avrupa Rönesansı, Aydınlanma ve modern Batı toplumunun köşe taşlarını nasıl yerleştirdiğini ortaya koymaktadır”. Morgan’a göre;
- “İslam ile Batı arasındaki ilişkinin esas olarak güvensizlik ve yanlış anlaşılmalarla tanımlandığı bir çağda, yüzyıllar boyunca Müslüman medeniyetin dünyanın kıskançlığı kazandığı unutulmaktadır.”
Morgan, bu kitabında 570'de Muhammed'in doğumuyla başlayarak İslam'ın altın çağlarını ve özellikle İbn Al-Haytham, İbn Sina, Al-Tusi, Al-Khwarizmi ve Ömer Hayyam gibi âlimlerin, matematik, astronomi ve tıpta nasıl devrim niteliğinde çalışmalar yaptıklarını ve Newton, Copernicus ve diğerlerine nasıl yol gösterdiklerini anlatmaktadır. Ve kitap, Muhammed'den Kanuni Sultan Süleyman'a ‘dinsel hoşgörünün ötesinde ilham veren liderlerin’, entelektüel sorgulamayı nasıl teşvik ettiklerini, parlaklıklarıyla göz kamaştırıcı sanatsal, mimari ve edebi eserleri nasıl desteklediklerini hatırlatmaktadır.
Bu dönemde yapılan çalışmalarla ilgi muhtelif kaynaklarda çok fazla bilgi vardır. Dolayısıyla bunların hepsi burada verilmeyecek sadece dönemin olağanüstülüğünü gösteren bazı konular Internet ortamından derlenmiş bir özet olarak anlatılacaktır.
Bu dönem 7. yüzyılın ortalarından 13. yüzyıl ortalarına kadar Abbasi İmparatorluğu’nda yaşanmış bir süreçtir. Bu süreçte görev yapan Abbasi İmparatorlarından özellikle Abdullâh Mansûr, Hârûn Reşîd ve Abdullâh Memûn bu sürecin yaşanmasında önemli rolü olan hükümdarlardır.
Bunlardan Hârûn Reşîd’in kendi kütüphanesi olarak oluşturduğu Bilgelik Evi (House of Wisdom), daha sonra Abdullâh Memûn tarafından bilgi, fikir ve kültürü paylaşmak için (Yahudi ya da Hıristiyan kökenli pek çok tanınmış bilim insanının da getirildiği) bir merkez haline gelmiştir.
Bilim tarihi açısından en önemli icraat olarak bu dönemde Antik Yunan temel eserleri burada “ilk kez başka bir dil olarak Arapçaya” çevrildi. Daha sonra da Arapçadan Latinceye ve diğer dillere tercüme edilmesiyle “Batılı bilim adamları bu eserleri ilk kez okuma imkânı” buldular.
Eser yazma ve çoğaltma üzerine yoğunlaşma kâğıt üretimi konusunda da önemli gelişmelere vesile oldu. Kâğıt yapımı (bunu sır gibi saklayan Çinlilerden zaten bir şekilde) öğrenilmişti ama yöntem daha iyileştirildi, toplu üretim için makineler tasarlandı ve ayrıca daha kalın kâğıt ve ambalaj kâğıdı üretimi de başarıldı ve bütün bu yöntemler daha sonra Avrupa’ya da ulaştı.
Bu dönemdeki birçok Müslüman düşünürü, bilgi, anlam ve değer arayışlarında hümanist, rasyonel ve bilimsel söylemleri takip etmiştir. Ortaya konan eserler, düşüncenin, laiklik, şüphecilik ve liberalizm gibi modern fikirlere açık olduğunu göstermektedir.
Dönemin önemli figürlerinden El-Haşimi (Halife Abdullâh Memûn’un bir kuzeni) tarafından “modern fikirlere muhalif birisine yazılan” mektupta şu ifadelere yer verilmiştir (İngilizce kaynaktan alınmış şekliyle):
- "Bring forward all the arguments you wish and say whatever you please and speak your mind freely. Now that you are safe and free to say whatever you please appoint some arbitrator who will impartially judge between us and lean only towards the truth and be free from the empery of passion, and that arbitrator shall be Reason, whereby God makes us responsible for our own rewards and punishments. Herein I have dealt justly with you and have given you full security and am ready to accept whatever decision Reason may give for me or against me. For "There is no compulsion in religion" (Qur'an 2:256) and I have only invited you to accept our faith willingly and of your own accord and have pointed out the hideousness of your present belief. Peace be with you and the blessings of God!"
Bu dönemde yapılan çalışmalarla ilgi muhtelif kaynaklarda çok fazla bilgi vardır ama burada sadece fen bilimlerinin gelişimi ile ilgili önemli birkaç kişiden ve çalışmalarından bahsedilecektir. Bunlara geçmeden önce bilim tarihini bir disiplin halinde düzenleyen Belçikalı kimyager ve tarihçi George Sarton’a ait “Introduction to the History of Science” adlı 4.296 sayfalık dev eserin girişinden bir alıntı yapılabilir (İngilizce kaynaktan alınmış şekliyle):
- "It will suffice here to evoke a few glorious names without contemporary equivalents in the West: Jabir ibn Haiyan, al-Kindi, al-Khwarizmi, al-Fargani, al-Razi, Thabit ibn Qurra, al-Battani, Hunain ibn Ishaq, al-Farabi, Ibrahim ibn Sinan, al-Masudi, al-Tabari, Abul Wafa, 'Ali ibn Abbas, Abul Qasim, Ibn al-Jazzar, al-Biruni, Ibn Sina, Ibn Yunus, al-Kashi, Ibn al-Haitham, 'Ali Ibn 'Isa al-Ghazali, al-zarqab, Omar Khayyam. A magnificent array of names which it would not be difficult to extend. If anyone tells you that the Middle Ages were scientifically sterile, just quote these men to him, all of whom flourished within a short period, 750 to 1100 A.D."
- İbn el-Haytham (Alhazen, 980–1037) ve çalışmaları
İbn el-Haytham özellikle optik ve görsel algı prensiplerine önemli katkılarda bulunmuştur. “Görme”nin ışığın cisimlerden göze yansımasıyla gerçekleştiğini açıklayan tarihteki bilinen ilk kişiydi.
Aynı zamanda, bir hipotezin, doğrulanabilir yöntemlere veya matematiksel kanıtlara dayanan deneylerle kanıtlanması gerektiği kavramının ilk savunucusuydu (Rönesans bilimcilerinden beş yüzyıl önce).
Modern fiziksel optik biliminin yolunu açan İbn-i Haytham, Orta Avrupa'da, “Ptolemaeus secundus (İkinci Ptolemy)" olarak adlandırıldı.
En ünlü eseri, 10 yılda yazılmış ve daha sonra Avrupalılar tarafından Latince'ye çevrilmiş yedi ciltlik Kitab al-Manazir (Optik)’dir.
İbn-i Haytham, görme sürecini, gözün yapısını, gözdeki görüntü oluşumunu ve görsel sistemi çok detaylı inceledi. Öyle ki, “Görsel Algılama” konusunda ünlü Kanadalı araştırmacı Ian P. Howard, 1996 yılında Perception adlı bilimsel yayında, “yüzyıllarca sonra Batı Avrupalılara atfedilen pek çok keşif ve teorinin aslında İbn-i Haytham'a ait olduğunun kabul edilmesi gerektiğini” savundu.
İbn-i Haytham'ın en özgün katkısı, gözün anatomik olarak nasıl oluştuğu izah ettikten sonra, bu anatominin fonksiyonel olarak optik bir sistem olarak nasıl davranacağını analiz etmeye devam etmesiydi.
Diğer çalışmalarından bazılarını (kaynak dokümanda İngilizce olarak verilmiş) şu başlıklar altında topladı:
Exact Determination of the Pole Exact Determination of the Meridian,
Finding the Direction of Qibla by Calculation,
Horizontal Sundials,
Hour Lines,
On the Milky Way,
The Correction of the Operations in Astronomy,
The Different Heights of the Planets,
The Direction of Mecca,
The Model of the Motions of Each of the Seven Planets,
The Model of the Universe.
- Ebu Ca'fer Muhammed El-Harizmi (Al-Khwarizmi, 780 - 850) ve çalışmaları
El-Harizmi doğrusal ve daha yüksek dereceden denklemlerin ilk sistematik çözümünü sundu. “Cebir”i bağımsız bir disiplin olarak ele alan ilk kişi olduğu için cebirin kurucusu olarak tanımlanmaktadır. Algorizm ve algoritma terimlerine onun adından gelmektedir.
Matematik alanında yazdığı ders kitabının Latince çevirileri 12. yüzyılda Batı dünyasına ondalık konumsal sayı sistemini getirmiştir. “The Compendious Book on Calculation by Completion and Balancing” isimli kitabı, 1145 yılında Chester Robert tarafından Latince'ye çevrilmiş ve 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinin temel matematik kitabı olarak kullanılmıştır.
En iyi bilinen çalışmalarından biri olarak, Ptolemy'nin Coğrafya'sını gözden geçirdi, Afrika ve Orta Doğu için Ptolemy'nin verilerini sistematikleştirdi, düzeltti ve çeşitli şehirlerin ve bölgelerin boylamlarını ve enlemlerini sıraladı.
- İbn-i Sina (Avicenna, 980 - 1037)
Tarihin en önemli hekim, gökbilimci, düşünür ve yazarlarından biri olarak kabul edilen İbn-i Sina modern tıbbın başlatıcısı olarak tanımlanmıştır. Yazdığı bilinen 450 eserin yaklaşık 240'ı elde kalmıştır.
En ünlü eserleri, felsefi ve bilimsel bir ansiklopedi olan “The Book of Healing (Şifa Kitabı)” ve bir tıp ansiklopedisidir. Tıp ansiklopedisi, 1600 sonlarına kadar birçok Batı üniversitesinde temel tıp kitabı olarak kullanılmıştır. 1973'te, “Canon Of Medicine” olarak New York’ta yeniden basılmıştır.
“The History of Science”'ın yazarı George Sarton, İbn Sina'yı "tarihin en büyük düşünürlerinden ve tıp bilginlerinden biri" olarak tanımlamış ve ona "en ünlü İslamcı bilim adamı” ve “tüm zamanların da en ünlü bilim adamı" adını verdi.
2003 yılından beri “Bilimsel Etik için Avicenna Ödülü”, her iki yılda bir UNESCO tarafından verilmektedir.
Mart 2008'de başlatılan “Avicenna Directories” projesi, dünya genelindeki tıp okullarının, eczacılık okullarının, halk sağlığı okullarının ve diğer akademik sağlık mesleklerinin eğitim kurumlarının halka açık veri tabanını oluşturma amaçlıdır. Bu çalışma 2013 yılında, Uluslararası Tıp Eğitimi Rehberi (International Medical Education Directory, IMED) ile yine “Avicenna Directories” adı altında birleştirilmiş ve Nisan 2014'te piyasaya sürülmüştür.
“İslam’ın Altın Çağı”nın ardındaki “sır”
Yukarıdaki paragraflarda da anlatılanlardan görüleceği gibi “İslam’ın Altın Çağı” olarak adlandırılan dönem yaklaşık 1500 yıllık İslam tarihinde hiçbir dönemle kıyaslanamayacak özelliklere sahip görünmektedir. Öncesinde ve sonrasında benzeri olmayan böyle bir dönemin ardında mutlaka bir “sır” olması gerektiği (nedense pek merak edilmemiş gibi görünse de) analitik düşünmeye alışmış insanlar için merak konusu olabilir.
Bu “özel” sebebi bulabilmek için ilk adım olarak, herhangi bir kaynağa (örneğin Wikipedia – “Islamic Golden Age” maddesine) bakıldığında “bu dönemdeki başarıları tetikleyen nedenler” şu şekilde verilmektedir (İngilizce kaynaktan alınmış şekliyle):
Religious influence
|
The various Quranic injunctions and Hadith, which place values on education and emphasize the importance of acquiring knowledge, played a vital role in influencing the Muslims of this age in their search for knowledge and the development of the body of science. |
Government sponsorship
|
The Islamic Empire heavily patronized scholars. The best scholars and notable translators, such as Hunayn ibn Ishaq, had good salaries. The House of Wisdom was a library established by Caliph al-Mansur. |
Earlier cultural influence
|
During this period, the Muslims showed a strong interest in assimilating the scientific knowledge of the civilizations that had been conquered. Many classic works of antiquity that might otherwise have been lost were translated from Greek, Persian, Indian, Chinese, Egyptian, and Phoenician civilizations into Arabic and Persian, and later in turn translated into Turkish, Hebrew, and Latin. |
New technology
|
With a new and easier writing system, and the introduction of paper, information was democratized to the extent that, for probably the first time in history, it became possible to make a living from simply writing and selling books. |
Major contributors
|
Among the various countries and cultures conquered through successive Islamic conquests, a remarkable number of scientists originated from Persia, who contributed immensely to the scientific flourishing of the Islamic Golden Age. |
Yani nedenler kısaca;
- “İslam’da bilgiye verilen önem”,
- “Devletin bilim ve araştırmaya verdiği büyük destek”,
- “Eski büyük kültürlerin eserlerini temin ve tercüme”,
- “Yazılı eserlerinin üretiminde ve dağıtımında etkinlik” ve
- “Yabancı bilim adamlarının sürece katılmasını sağlayan şartlar” şeklinde özetlenmiştir.
Bu nedenler doğru ve önemli olsa da bu kadar güçlü bir gelişim hareketini açıklamakta yeterli midir?
Örneğin günümüzde de İslam devletlerinin/toplumlarının hemen hepsinde “İslam’da bilgiye verilen önem” dile getirilmekte ama bunun günlük hayatta gerçek bir yansıması görülememektedir.
İkinci neden olan “bilim ve araştırmaya büyük destek sağlanması” tartışmasız önemlidir. Ancak “bilimin kendisinin ve üzerinde çalışıldığı takdirde muhtemel getirilerinin ne olacağının bile tam bilinemediği” ve yoğun savaş vb. olaylarla çalkantılı yaşanan öyle bir dönemde bu nasıl önemsenmiş ve bizzat hükümdar tarafından öngörülebilmiştir?
Üçüncü nedenle ilgili olarak da şu sorulabilir. Henüz İslam’ın “kendi özgün şartlarına sahip olduğu ve her konuda İslam’ın kutsal kitabının ve hadislerin en önemli dayanak kabul edildiği” o dönemde “eski büyük kültürlerin eserlerinin temin ve tercümesini” öncelikli bulmak ve bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak iradesi nasıl ortaya çıkmıştır? Bunun açıklaması da yukarıdaki kaynakta açık değildir.
Sonuç olarak, yukarıda sayılan nedenlerin dışında çok önemli bir başka nedenin olması muhtemeldir.
Bu başka neden hayatın en önemli olgularından biri olarak “din” kaynaklı olabilir mi, sorusunu akla gelmektedir.
Çünkü bu dokümanın ilk sayfalarında anlatıldığı gibi böyle bir durum yüzyıllar sonrasındaki bir tarihte Avrupa’da yaşanmış ve Hıristiyanlıkta mevcut disipline karşı bir anda ortaya çıkan bir mezhep (Protestanlık) çok önemli gelişmelere yol açmıştır.
Bu şüpheden harekete geçerek söz konusu dönem daha detaylı incelenmeye başlandığında tam beklenildiği gibi, “dönemle ayni tarihlerde ortaya çıkmış, dönemle birlikte etkinliği doruğa ulaşmış ve dönemle birlikte ortadan kalkmış” bir mezhep olgusuna rastlanmıştır.
Bu mezhep “Mutezile” mezhebidir.
Tabii ki bu gerçek ilk defa ortaya çıkarılmış değildir. Bu alanda hızlı bir araştırma yapıldığında hemen herkesin fark edebileceği bir noktadır.
Ama her nedense sınırlı bir ilgi seviyesinde yapılan araştırmalarda bu hiç göze çarpmamakta ve yukarıdaki “İslam’ın Altın Çağı’nı yaratan nedenler” tablosu arasında olmamasından da anlaşıldığı gibi adeta saklı kalması arzu edilmektedir.
“Mutezile” mezhebi
Bu mezhep ortaya çıkmadan önce (İslamın ilk yüzyılında) benzer görüşe sahip bir mezhep “Kaderiyye” ismi ile ortaya çıkmıştır. Rivâyete göre, o dönemde bazı idarecilerin, insanların malını, canını alıp da "Bizim fiillerimiz Allah'ın kaderi üzerine cereyan ediyor" diyerek yaptıkları “haksızlığı” kaderle açıklamaları, toplumda infiale sebep olmuş ve “kader”in aslında kimin iradesi olduğu tartışması başlamıştır.
Çoğu müslüman kader konusunda Allah’ın mutlak iradesi olduğu inancını sürdürmeye devam ederken diğerleri ise “insan irade, ihtiyat ve kudret sahibi, yükümlülüğü olan bir yaratıktır, dolayısıyla Allah'ın müdahalesi olmaksızın fiillerini bizzat kendi güç ve iradesine bağlı olarak meydana getirir”inancına yönelmiştir.
Bunlara “Kaderiyye” denmesinin sebebi; kulun kaderini kendisinin yarattığı inancıyla “kula kudret atfedilmesindendir”. Yani “kulun kendi fiilini yaratacak kudreti vardır, kudretçidir”.
Ancak “Kaderiyye” güçlü bir harekete dönüşemezken, benzer görüşlere sahip bir mezhep olarak “Mutezile” Vâsıl bin Atâ isimli kişinin liderliğinde güçlenmeye başlamıştır.
Akılcı bir mezhep olan olarak tanınan Mutezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Modern zamanlardaki bazı araştırmacı ve İslam tarihçileri de Mutezile mezhebini akla verdiği önem ve metotları bakımından, “rasyonalist” olarak nitelemektedirler.
Mutezile’ye göre dinin temel direği “Ehl-i Sünnet”te de olduğu gibi “Tevhid” yani Allah'ın birliğidir.
Bunun dışındaki önemli kabuller şunlardır:
- İlahi adalet adına "insanın kendi kaderinde rol sahibi olduğauna” inanma,
(Her fiilin yaratıcı ve yaptırıcısının Allah olması durumunda, kişinin yanlış işlerden dolayı cezalandırılması adaletsizliktir. Hâlbuki İslam inancına göre Allah'ın adaletsiz davranması mümkün değildir.)
- Allah'ın söz verdiği sevap ve iyiliğin, tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğine inanma,
- Büyük günah işleyen bir müminin, müminlik ile kâfirlik arasında kalması,
- İnsanlar her şartta, iyiliğe çağırılmalı, kötülüğe karşı ise sakındırmalı, uyarılmalı.
“Mutezile” mezhebi ile ilgili bazı dokümanlardan alıntılar
“Mutezile Mezhebi” dini konularda çalışan veya bu konulara meraklı kişiler dışında pek bilinmiyor görünmesine rağmen aslında (örneğin Internet ortamında) kısa bir araştırma yapıldığı zaman çok sayıda yerli/yabancı dokümana ulaşılmaktadır.
Bu dokümanlara göz gezdirildiği zaman genel olarak bu mezhebin ortaya çıkışı, mezhebi destekleyenler/karşı çıkanlar ve bunlar arasındaki tartışma konuları gibi detaylara yer verildiği görülmektedir.
Ama asıl merak edilen konular olarak Abbasi Sarayı ile bu mezhep arasındaki büyük yakınlığın nasıl oluştuğu ve yine bu mezhep ile “İslam’ın Altın Çağı” figürleri arasında nasıl bir etkileşim olduğu çok net değildir.
Mezhebi daha yakından tanıyabilmek için incelenmiş çok sayıdaki dokümanın ikisinden (biri yabancı ve diğeri yerli) yapılmış bazı alıntılar (Türkçe özet ve yabancı olan için orijinal hali ile) aşağıda verilmiştir.
Matthew Martin - “Mu'tazila - use of reason in early Islamic theology”
Matthew Martin isimli bir araştırmacı “Mu'tazila - use of reason in early Islamic theology” adlı eserinde bu mezhebin ortaya çıkışını, genel durumunu, yayılmasını ve ortadan kalkışını derli toplu bir şekilde anlatırken şu görüşlere yer vermektedir:
“İslam, Arabistan’ın kuzeyine doğru yayılmaya başladığında kendisini değişik inançlara sahip toplumların içerisinde buldu ve kendisini savunmak için İslâmî inançları mantıksal tezlerle güçlendirmek zorundaydı. Böylece Mutezile, İslami vahiy için kayda değer bir savunucu güç haline geldi, çünkü tartışmalı konuları akıl ve mantıkla münakaşa edebildiler.”
“Third, there was the inevitable confrontation of Islamic teachings with pagan and Christian beliefs, both at Damascus and at Baghdad. Because Islam had now encountered many learned men of other cultures and religions, in those regions now conquered, this new religious movement of Islam had to answer the perennial religious questions posed by its challengers. So, a good deal of the work of the earliest theologians consisted in the rebuttal of the arguments leveled at Islam by pagans, Christians, and Jews, and scholastic theology arose as a means of buttressing Islamic beliefs by logical arguments and defending them against attack. The Mu'tazili became a significant defending force for Islamic revelation, because they were able to argue and discuss contentious issues with reason and logic.”
“O zaman Mutezile “akılcı” olarak düşünebilir, ancak bu terim ile anlaşılması gereken şeyi tam olarak göstermek gerekir. Onlar, tüm vahiyden bağımsız olarak bir sistemi yalnızca akıl yürütme yoluyla formüle ettiklerini iddia edenler anlamında rasyonalist değildirler. …. Ancak Mutezile, akıl ve akıl ile manevi anlayışların insana ulaşabileceğine olan inançlarıyla rasyonalisttir. …. Fakat Mutezile'nin büyük çoğunluğu, en belirgin olarak, laik rasyonalistlerden ziyade teolojik rasyonalistlerdi. Hepsi Hz. Peygamber'in vahiylerini kabul ettiler ve Tanrı'nın gerçekliğine dair kalpden bir manevi inanca sahiptiler.”
“One might then consider the Mu'tazila as 'rationalists', but it is necessary then to show precisely what is to be understood by this term. They are not rationalists in the sense of those who claim to formulate a system solely by the exercise of reason, independent of all revelation. …. But the Mu'tazila are rationalists, in their belief that spiritual understandings are accessible to man by means of his intelligence and reason. …. But the vast majority of Mu'tazilite were, most evidently, theological rationalists rather than secular rationalists. They all accepted the revelations from the Prophet and had a spiritual faith based on the reality of God, as known in the heart.”
“Mutezile hareketi Emevî Çağında ortaya çıktı ve Abassiler döneminde en üst noktaya ulaştı. Ancak daha sonra ortaya çıkan karşı duruşlar nedeniyle hareketin savunucuları ve belgeleri yüzyıllarca gizli kaldı. … 20.yüzyılın başlarında, Abdülkadir El-Kadı'nın Yemen'de bulunan metinleri ortaya çıkarıldığında, Mutezile yeniden keşfedildi. … Ahmed Amin, El-İslam (1936) adlı kitabında, iki yüz sayfayı buna adamış ve şöyle demişti; ‘Bana göre, Mutelize’nin ölümü, Müslümanlar için en büyük talihsizlikti; kendilerine karşı bir suç işlemişlerdir’.”
“The Mu'tazila movement emerged in the Umayyad Era, and reached its greatest popularity in the Abassid period. Scholarship on the movement stagnated for centuries, owing to an absence of sympathetic accounts (and an abundance of hostile accounts) of the movement, and because its strongest adherents and main texts were eliminated. … Mu'tazilism was 'rediscovered' at the beginning of the 20th century, when the 11th century texts of 'Abd al-Jabbar al-Qadi were unearthed in Yemen. …. Ahmad Amin, in his book al-Islam (1936), devoted to some two hundred pages to this, where he shows that the Mu'tazilis were before all else men of religion, committed to the defense of Islam, and concludes with this unequivocal statement: 'In my opinion, the demise of Mu'tazilism was the greatest misfortune to have afflicted Muslims; they have committed a crime against themselves'.”
“İlk Abbasi yüzyılında, Mutezile Bağdat'ın Abbasi halifelerinden yararlandı ve devletin resmi dini haline yükseltildi. Böylece, şimdi İslam'ın en seçkin mezhebiydi ve liderleri İslam'ın en saygın öğretim üyeleri ve teologlarıydı. Bu dönemde, Mutezile’nin din üzerine fikirleri ve Kuran’ı yorumlamadaki akılcı yaklaşımları entelektüel kesimde genişleyen bir etkiye sahipti ve özellikle yeni ortaya çıkan İslami kültür için yeni bir açıklık ve özgürlük ruhu getirdi. Bu da yeni keşifler ve bilimsel arayışlar için besleyici bir kültürel atmosfer üretti.”
In the first Abbasid century, Mu'tazili theology enjoyed the favor of the Abbasid caliphs of Bagjdad and also became well established in Basra and in numerous other regions of the Islamic world, especially in Persia. Mu'tazilism was elevated to the status of the state creed. Thus, it was now the eminent theology of Islam, and its leaders were the most revered lecturers and theologists of Islam. In this time of elevated acceptance, Mu'tazila ideas on theology and their rational approach to Qur’anic interpretation had an expanding influence on the intelligentsia, and it especially brought a new spirit of openness and freedom for the newly emerging Islamic culture. Then it produced a nurturing cultural atmosphere for new discoveries and scientific speculations.”
“Bu yeni keşif ve bilim ruhu, özellikle öğrenme ve bilimlerin büyük bir hamisi olan Halife el-Ma'mun'un (813-33) yirmi yıllık döneminde hızlanmıştır. O, Yunan, Mısır, Bizans ve Farsça metinleri Arapçaya çeviren bir kurum olan Bilgelik Evi ‘Bait al-Hikma'yı faaliyete geçirdi. İslamiyet öncesi felsefe, etik ve fen bilimleri üzerine metinleri tercüme etmek için en büyük akademisyen ve çevirmen grupları oluşturuldu. Arapça konuşan halkının Aristo, Platon, neo-Platoncular ve daha birçoklarının fikirlerine daha kolay erişilebilmesini sağladı. İslâm düşüncesine yeni fikirler katıldı ve bu İslam düşünürlerinin ve ortaya çıkan yeni nesil 'bilim adamları'nın ufkunu açacak şekilde “aklın kullanımı” için bir ilham kaynağı oldu.”
“This new spirit of discovery and science especially accelerated in the twenty year period of Abbasid Caliph al-Ma'mun (813-33), a great patron of learning and sciences. He commissioned Bait al-Hikma, the House of Wisdom, an institution for translating Greek, Egyptian, Byzantine, and Persian texts into Arabic. Groups of the greatest scholars and translators were employed to translate texts on pre-Islamic philosophy, ethics, and the sciences. This made the ideas of Aristotle, Plato, the neo-Platonists and many others, more accessible to the Arab speaking public, which brought new ideas into Islamic thought. It became an inspiration for the use of reason and intellect by proceeding Islamic thinkers, as well as by the emerging new generation of 'scientists'.”
“Böylece yeni keşfedilmiş eski metinler ile dini yorumlamada yeni açık fikirli yaklaşımın birleşimi, fizikten astrolojiye, matematikten numerolojiye ve simyadan eczacılığa uzanan deneysel bilimsel araştırmanın yeni bir tür hareketine dönüştü. Bu, düşüncede yepyeni bir devrimin başlangıcıydı, doğadan keşiflere odaklanıyordu ama aynı zamanda daha önceki Helenî öğretilerden toplanan yeni fikirlere açıktı. Bu, 'İslami bilimin' başlangıcıydı ve aynı zamanda, çoğunlukla neo-platonizme dayanan yeni bir felsefi metafiziğin başlangıcıydı ki bu birçok tasavvufi mezhebin öğretilerine de girdi.”
“So, emerging out from this new open-minded attitude in theological interpretation combined with these new discoveries more ancient texts, came a very